Translate It

11 Kasım 2010 Perşembe

Bugün Kendimi Aştım-Tost Günü



  Uzun süredir yazmıyordum ya da yazamıyordum. Ama artık bugün son noktaydı, yazmam gerekiyordu:) Oburlukta son noktadaydım ve noktadaydık; o sebeple bu yazıda bir mekândan değil, birkaç mekândan bahsedeceğim.
   Bugün pazar olduğu için gün 12.00'de başladı. Saat 12.30 gibi evde klasik bir kahvaltı yaptım. 15.00 civarı Özge Hanım'la buluştum (Saatleri veriyorum, sıkmasın sizi. Saatlerin önemi olduğundan:)) Karnımız acıkınca(sıradan bir durum) ne yesek diye düşünmeye başladık. Canımız "ıslak hamburger" çekti.
   İlk önce Ataköy'dekı Etiler Marmaris Büfe'ye gitmeye karar vermişken, sonra: "Kızılkayalar'a gidelim." dedik.
 
  İçerisi her zamanki gibi kalabalıktı. Saat 17.30 gibi, 4 adet ıslak hamburger, bir kaşarlı et dürüm ve bir kavurmalı kaşarlı tost söyledik. Islak hamburgerler müthişti. Tostun pek bir özelliği yoktu.
   Zaten kaşarlı et dürüm kendi tadında, farklılığıyla bildiğimiz ve sevdiğimiz bir lezzet.



   Hesap bence gayet iyiydi, dört ıslak hamburger, kavurmalı kaşarlı tost, kaşarlı et dürüm, ayran ve limonataya toplam, 23 lira ödedik. Ticket, Sodexho da geçiyor.
   Personel, o kadar kalabalığa ve dapdaracık yere rağmen stressiz, güler yüzlüydü. Personelin hafızasına hayran kaldık:) 
  Kızılkayalar, sadece Taksimlilerin değil, İstanbul'un her yanından insanın bildiği bir klasik. Lezzeti, ismi gazetelerde de yer almış, defalarca ödül almış bir yer. Üst üste yemek yeseniz de salaşlığını seviyoruz:)



  Her neyse. Fazla kalabalık olduğundan orada 15 dakika durup hemen çıktık. Ben doymadığım için hemen iki yanındaki Çılgın Dürümcü'ye gittim:) Sucuk döner, yanında biraz acı olsa da limonatayla yemeğe devam ettim. Özge, doyduğu için yiyemeyip sadece hayretle beni izledi:) Bu mekân ferah ve rahattı. Hesap 8.50 lira tuttu.


  Saat 18.30'du (Bu arada akşam da spora gideceğiz, ironiye bakın), Özge'nin çay içme isteği ile kendimizi Özsüt'te bulduk. Özge sadece çay aldı; ama ben bir de profiterol söyledim:)))) Profiterol biraz dökülmüş geldi, görüntü olarak pek hoş durduğunu söyleyemem. Özge'nin şaşkın bakışlarıyla onu da yedim. Çikolatalı tatlıları da hiç sevmem;ama hayırdır:) Bu arada Özsüt'ün tomurcuk çayını da çok seviyoruz.

   Artık bir şey yemeyiz zannederken saat 21.00'de kendimizi Zeytinburnu'nun en güzel büfesi olan Metin Büfe'de bulduk. Burda suçum yok. Biraz hasta olduğum için C vitamini alayım demiştim:) Büfe sahibine: "C vitaminli ne varsa doldur." dedim. Boyu ne olsun, deyince de, "duble" dedim tabii:)) Bir portakal suyu, bir de karışık meyve suyu aldık.


   Burayı çok seviyoruz. O kadar rahat ki, saatlerce oturun, televizyon izleyin; her gün alınan gazetelere göz gezdirin; kimse yanınıza gelmez. Zaten yıllardır var olan bu büfe tostlarıyla da oldukça da meşhurdur. Çeşit bol, fiyatlar uygun ve sahibi de ilgili ve güler yüzlü.

   Televizyon izlerken Özge utangaç bir sesle: "Ya bir şey diyeceğim; ben acıktım mı ne?" dedi:) Ben de bu sesi beklermiş gibi, Özge'ye sucuklu-kaşarlı tost, kendime de kavurmalı-pastırmalı tost söyledim. Buranın tostlarını yolunuz düşerse muhakkak denemelisiniz. Sanıyorum ki, hiçbir yerde böyle bol malzemeli bir tost yiyemezsiniz. Metin Büfe, her tost yapan yer gibi ne idüğü belirsiz markalar da kullanmaz, kaliteli ve bilindik markaların malzemesini kullanır. Yanında da Taksim Meyvemix'teki favorimiz, ballı-muzlu sütten de kocaman bir bardak yaptırdım:)

   Hatta doymadım, giderken de bir bardak da aldım bu içecekten. Hesap (dört duble meyve suyu, biri atom; iki duble tost, 27 lira tuttu.)
   Evde, annem meyve getirince gülmekten öldük tabii:)
   Özge de: "Eve gidince anneme tost yaptıracağım" diye dalga geçiyordu:)

   Evet, bugün biraz abarttım:)
  

29 Ekim 2010 Cuma

Pizza Hut-Hellimli Pizza

   Pizza Hut'tan öğrendiğime göre artık o da tarihe karışmış:( Zaten "limitsiz pizza"da bulunmuyor, sipariş ettiğim çoğu zaman da "maalesef yok" diyorlardı. Artık onu evde yapmaktan başka çarem yok:)

   Hellim peynirli, sucuklu pizza, oysa sen ne lezzetliydin!


27 Ekim 2010 Çarşamba

İçecek Dosyası: Ice Tea




    Hiçbir yerde Ice Tea bulamayıp firmaya şikâyetini bildiren İstasyon İnsanı ve Pepsi tarafından bana gönderilen iki koli Ice Tea.
    Evet, biz soğuk çay hastasıyız:)
    Aylar önce blogumuz yokken, reklam amaçlı değil, sadece bizi memnun etmek için gönderilmişti bu koliler. Üstelik görevlendirdikleri bir elemanları neden giderek bu içeceği daha az bulduğumuzu da nezaketle anlatmıştı. Firmaya teşekkür ederim.

     Biz de o vakitten sonra hep koliyle aldık Ice Tea'leri zaten:) (Şu anda da evde bir koli var)

     Şeftalili ve yeşil çaylı favorim. Yeşil çaylıyı ilk Ağva'da içtiğimiz için bana hep orayı hatırlatır hatta:)
     Ice Tea'de gözlediğim, ilk kez içenin pek sevmediği. Birkaç kez içtikten sonra da hastası olduğu:) (Muhakkak kafeinin de etkisi var). Ama o verdiği ferahlık hissi, o birden susuzluğu, sıcaklamayı, iç yanmasını alıp gitmesi yok mu? Tercih edilir kılıyor onu.
     Üstelik kola gibi şişkinlik de yaratmıyor.
     Ben onu yemeklerin yanında değil, tek başına içmeyi seviyorum. 

  
     Ve beni kandırmanın en kolay yolu:)

    

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sokaklarda Kurduğumuz Dandik Sofralar Serisi: Sultanahmet Köftecisi

 
     Bana bir şevk geldi, sürekli yazmak istiyorum:)
     Düşündüm: Sürekli lokantaları, pastaneleri yazıyorum. Oysa biz salaşlıktan hoşlanıyoruz. Ayıpçı değiliz, etrafı pek önemsemiyoruz. Bazen, bakıyoruz ki gideceğimiz yer çok kalabalık, hemen yemeğimizi alıp sokaklarda yiyoruz. Bazense, sadece zeytin peynir yemek geliyor içimizden.
     Şimdi bazı çokbilmişler, bu tür hareketleri, sokaklarda yemek yiyen insanları "cahil, görgüsüz" sayıyorlar. Bırakın yahu, etrafı kirletmedikleri sürece (ben buna azami dikkat ediyorum mesela) insanlar rahat olsunlar. Sokakta öpüşsünler, yemek yesinler, bağırıp çağırıp şarkı söylesinler, bırakın ya, bir rahat olun.. Hayat, sokaklarda yaşanır. Sokaklarda yaşanan hayattır bir şehrin coşkusunu belirleyen. Bu eleştirileri yapanların, kendilerini kasa kasa hareket etmeyi unutmuş, kural adamı olduklarını düşünüyorum. Bazen ne yalan söyleyeyim, bizlerin salaşlığına özendiklerini de düşünüyorum.
     Topuklu ayakkabımla çimlere uzanırım, kahkahalarla simitimi yerim, kimseyi de umursamam.
     (Tabii burda, yaz günü iki yeşil görelim, bir çimen kokusu alayım, yürüyüş yapayım diye çıktığım sahil gezilerinde adım başı kurulduğu için bana fenalık veren, havamı engelleyen mangallardan söz etmiyorum yine de)

     Bu, yazının başında görmüş olduğunuz fotoğraf da, işte böyle günlerden birinde çekildi. Ramazan'da bir kitap fuarı gezmesi sonrası Sultanahmet Köftecisi'ne gitmeyi düşündük. Biliyorsunuz, iftardan önce burada muazzam bir kuyruk olur, hatta, niye beklediğini anlamadığım o insanların iftardan çok sonra bile yemek yiyebildikleri görülür.
     Tamam, oburum falan ama, hayatta ben bir yerde yemek yemek için bir iki saat kuyrukta beklemem, yeni lezzetlere doğru yelken açarım:)
     Tam kuyruğu görüp vazgeçtik (Canım da bir köfte çekiyor ki), baktık ki bu sene başlamış bir uygulama olarak , giymişler "Sultanahmet Köftecisi" logolu kıyafetleri üstlerine, kapının önünde "beş" liraya köfte-ekmek satıyorlar.
Biz de bu tezgâhın önüne geldik tabii:)

    Sonra ben dedim ki: "Ya, piyazsız olur mu mirim, olmaz bu iş". Bizi içeri yönlendirdiler hemen (Kuyruktaki on yüz bin milyon insana rağmen). Biz de köfte, piyaz, ekmeğimizi alıp- kırk tane büfeden de Ice Tea arayıp bulamayınca kola satın alıp- Sultanahmet Camii'nin önündeki çimlere kurulduk (Ne çimi, o kadar kalabalıktı ki burası da, çim görüntüsü kalmış bir kayalığa oturduk gibi bir şey).

   Yanımızda program çekiliyor. Baktım bir adam, elinde kamera, diğerinde mikrofon, röportaj yapmak için bize doğru geliyorlar. Benim de meşhurdur ve alay konusuyum -hiç sevmem ya- kamera da daima beni bulur. "Anaaaaam, dedim, İstasyon İnsanı, ben kafamı gömüyorum!"


   Böyle gerginlik dolu anlardan ve İstasyon İnsanı'nın alaylarından sonra neyse ki röportaj yapmaktan kurtulabildim (Kafamı gömdüm, nasıl röportaj yapsınlar ki he he:) ).
   En sona da, ödül olarak bize Sultanahmet Camii'nin nefis sesli müezzini ve İstanbul'un her bir yanından insanla iftar sevincini yaşamak kaldı.
   Ve duygu yüklü diye olsun diye söylemiyorum, oburca bir yorum olarak, bu köfte, Sultanahmet Köftecisi'nde her zaman yediğim köftelerden bin kat güzeldi!

   Köfte: On lira
  Sanırım piyaz da öyle.
  Ve biliyorsunuz, Sultanahmet Köftecisi'nde kredi kartı geçmiyor.


 Yemek yedikten sonra, tezgâhta karpuz dilimleyip satan satıcıdan 3 liraya karpuz alıp meyve kısmını da halletmiş olduk:)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Saray Muhallebicisi- İstinye Park




  Hakkında fazla uzun yazmak istemiyorum. Çünkü ben bu kadar tahammül edemeyeceğim kadar kötü tatlıya nadiren rastlamışımdır.
  Saray Muhallebicisi'nin Taksim'deki şubesinde ne yesem bayıldığım, mekânı çok çok çok sevdiğim için İstinye Park'taki şubesine de tereddütsüz gittik.
 Ben her zamanki gibi profiterol istedim. Kazandibinden de bir parça tattım.
 Gerçekten çok kötüydü.
 Bir kere bayattı. Kazandibi faciaydı.
 Garsonlar, oturduktan bir yüzyıl sonra (Zaman çok görecelidir ki ama) gelebildiler.
 Hesabı ödemek için bile peşlerinden koşturduk. Hatta bir ara sıkıntıdan oyunlar icat ettik: Hangimizin el sallamasına bakacak, garson hangimize gelirse diğeri ona çay ısmarlayacak, gibi:) İkimizi de görmedi:)
 Belki o gün öyle olmuştur, tatlılar her zaman öyle değildir, de diyorum; sonuçta bir kez gittim.
 Ama, hiç iyi hatırlamıyorum. Baştan sona kötü yorumlar içeren bu yazıyı da okudukça içim daraldı:)

 Gidecekseniz Taksim şubesine gidin, demek isteriz kısaca:)
 Onun yazısı da ayrıca yazılacak efem.

19 Ekim 2010 Salı

Verirsen Sözü Obura, Çokomel'den Girer Tarihe

  
   Elinde çok fazla fotoğraf olduğu için bir türlü yazı yazamayan, önce nereyi yazacağına bir türlü karar veremeyen bir Yengeç'le karşı karşıyasınız:)
   Hakikaten güzel yerlere gitmişiz, gecenin bir yarısı-özellikle de acıkmışken tabii- bunu daha iyi fark ediyorum.
   Bu fotoğraf da, bakkalların, marketlerin toptan alışveriş yaptıkları koca bir marketten (Market de denemez ki, bayağı büyük) hatıra. Beni oraya götüren İstasyon İnsanı, bana ne istersem almamı söylerken bu kadar abartacağımı düşünmemişti ;)
   Ben, Çokomel'leri çok sevdiğim için bu 40'lı pakete yapıştım hemen; o da ayırmakta başarılı olamayınca mecburen aldık;) İki çeşidi vardı: Muzlu ve çilekli. Benimkisi çilekli olan ve iki gün içinde tüketildi.
  Marshmallowsever'iz;) Marshmallow demişken (En kısa zamanda buna Türkçe bir karşılık bulmam lazım, TDK sözlüğünde bulamadım.), marshmallow aslında aşağıda gördüğünüz bitki.


   Eskiden marshmallow da bundan yapılıyordu. Sonraları, daha ucuza getirmek için jelatin kullanıldı.
Amerikan filmlerindeki kamp ateşi sahnelerine bundan sonra dikkat etmenizi rica edeceğim; çünkü sosis kızartmıyorlarsa muhtemelen marshmallow kızartıyorlardır;) Kızarınca çok daha lezzetli olduğunu söylüyor bilenler, asıl tadı o zaman alabiliyormuşuz; ama ben hiç denemedim. (En kısa zamanda denenecektir.)



   Marshmallow'un pişirmelik halini büyük manavlarda bulabilirsiniz siz de denemek isterseniz. Ben deneyince size de bildireceğim tabii ki;)
   Bizatihi, internette de bununla ilgili pek çok video var;)

  Marshmallow'un tarihçesine de girdik, hadi hayırlısı:)
  Marshmallow sevenler el kaldırsın!



*Marshmallow bitkisinin fotoğrafı, Food-into sitesinden alınmıştır.

15 Ekim 2010 Cuma

Bursa Izgara

   Laf kalabalığı yaptığım son yazımda, Bursa Izgara'yı ziyaretimizden(!) bahsedeceğimi söylemiştim;)
İlk kez, yazacağım mekân hakkında bir internet araştırması yapayım dedim ve olumsuz yorumlar gördüm. Oysa, ben tam aksini düşünüyorum; damak tadı denen şey gerçekten çok farklı;)

   Bursa Izgara, benim gördüğüm, bir Bakırköy'de, bir de Taksim'de var. Başka şubeleri de varmış. Biz bahsettiğim iki şubeye de gittik. Yorumlarımda farklarını belirteceğim.

    Şimdiii, Bursa Izgara'nın Bakırköy şubesinin benim için bir önemi var. Şöyle ki, yıllar yıllar evvel en yakın arkadaşımla Bakırköy'de gezdiğimiz bir gün, yemeği paraya kıyıp burda yemeye karar verdik. Çünkü mekânın fiyatları çok da ucuz değil; e biz de o zaman, dışarda en fazla iki lahmacun yiyebildiğimiz sefil günlerimizdeyiz. Yani, bildiğiniz "paraya kıydık" o zaman;)))

    İçeriye girip fiyatları görünce pancarvari kesildiğimiz o günü mutlulukla hatırlarız hep. Çünkü, garsonların hepsi, sanki özellikle seçilmişçesine yakışıklıydı. Düşünün ki, yemek yediğiniz bir yerde, Kargo grubunun Koray'ı gibi dokuz-on yakışıklı geziniyor (İstasyon İnsanı, anlayışına sığınıyorum). Biz cennette gılmanlar eşliğinde köfte yiyormuş gibi keyifle bitirdik yemeğimizi. (Yıllar sonra da aklımda yediğim yemeğe dair hiçbir ayrıntı kalmamış olduğunu, bir tek garsonları kestiğimi fark ediyorum.)

   Sonra, aramızda bu mekânın ismi, "Ya bugün, garsonları yakışıklı olan yere gidelim mi?" şeklinde geçti;)

Yıllar yıllar sonra, Bakırköy Ebuzziya'da güzel yemek için pek bir yer olmadığından Bursa Izgara'ya girmeye karar verdik. Karışık Et Special söyledik. Bu karışıkta, alt kat pide, üstte antrikot, pirzola, köfte oluyor. Üstüne de tereyağı gezdiriliyor. O gün, her yerde et yesek de tadını alamayan, yemekten keyif almayı unutmuş iki insan olarak hakikaten "Mmm...Nefis" sesleri eşliğinde yedik yemeği.

    Ben, özellikle köftesini çok beğendim. Ufak ufak köfteler, pide ve sosla muazzam bir tada bürünüyor ve tat olarak biraz Sultanahmet Köftecisi'nin köftesine benziyor.
    Gıda konusunda uzman olan İstasyon İnsanı da, kaliteli malzeme (baharat...vs.) ve taze et kullandıklarını söyledi.

 2. Sonra biz bu tadı unutamayıp Taksim'deki şubesine gittik. Ancak bir türlü ilgilenmeyen garsonlar, ekmek istememize rağmen getirmeyişleri (Hatta ekmeğin icadından bihabermiş gibi şaşkın bakışları), soğuk gelen yemekle, sükût-ı hayale uğradık.

3. Akıllanıp üçüncü kez Bakırköy'deki şubesine gittik ve ilgili garsonlar, leziz yemekle yine mutlu olduk.


NOTLAR:
*Ben anladım ki, benim buradaki siparişim "Pideli Köfte" olmalı, çok seviyorum.
*Buranın Kemalpaşa'ları Bursa'dan geliyormuş.
*Her malzemeyi şehir dışından getirtiyorlar.
*Temiz, nezih bir yer. Dilerseniz, köfteniz ya da spesiyalinizin altına patlıcan söğürme (N'apayım, biz öyle deriz!) koydurabiliyorsunuz. İstasyon İnsanı seviyor; ama ben koydurmayı tercih etmiyorum.
*Böyle bir yerde, yayık ayranı olmasını isterdim. Muhtemelen hijyen sorunu sebebiyle yapmıyorlardır; ama istiyorum;)
*Her şube iyi olacak diye bir kaide yokmuş!
*Paket servisi de var; ama bence orada yiyin;)
*Ticket, Sodexho geçiyor.

   Demem odur ki, biz burayı çok seviyoruz.
   Fiyatlar konusuna gelince... "Ucuz" denebilecek bir yer değil. Yemeklerin fiyatı, 16.50 liradan başlıyor. Tatlısı, çorbası, içeceği derken iki kişi 60-70 liraya çıkarsınız. Ama benim gibi, daha çorbada doyuyorsanız sadece yemek alın;)
    Bu fiyata değer mi, derseniz, "Evet" derim.


Düzenleme: Yemekten önce gelen biber ezme fotoğrafını ekledim.

7 Ekim 2010 Perşembe

Yemek Blogunun Oburca Manifestosu


 Bu blogdan açken uzak durmanızı tavsiye ediyorum;) Çünkü ben bloguma açken pek uğrayamıyorum. Diyet yapanlara ne desem şimdi! Onlar bu blogu muhakkak lanetlenecekler listesine almışlardır;)
 Elimizde çok fazla fotoğraf, gidilmiş pek çok yer var. Yani yazı yazabilsek hiç yeni bir yere gitmeden en az üç ay geçirebiliriz. Bu yerler içinde duyduğunuz ve sevdiğiniz yerler de var, hiç duymamış olduğunuzu sandıklarım da.
 Yemek yemekten gerçekten keyif alıyoruz, yalan yok. Yemek yemek, karnımızı doyurmak için yaptığımız bir eylem değil; güzel bir yemek, özellikle ağızda kalan son tadın büyüsünü yakalamak, yeni yerler keşfetmek bizim hobilerimizden biri.
 Yemek yerken muhakkak yemek hakkında konuşuruz: Şu baharat şu lezzeti vermiş, bu makarnanın daha iyisini şurada yemiştik...gibi. Eğer yemekten gerçekten keyif aldıysak verdiğimiz paranın hiç önemi yoktur; ama sıradan bir lezzete sırf mekân ünlü diye çuval dolusu para vermeyi sevmiyoruz.
 Biz, daha yemek yerken tatlıyı nerede yiyeceğimizi düşünmeye başlarız. Bu bir ritüel gibidir.
 Bunları şu sebeple anlatıyorum: Güzel bir yemek, bir günü taçlandırır. Ve üzerinde hiç düşünmemiş olsanız bile, uzun zaman arkadaşlık yaptığınız kişilerle damak tadınızın giderek benzeştiğini görürsünüz. Ve bu benzeşme, sizi birkaç baharatın, baklagilin birleşmesindeki mucizevi hikâyeye çeker. Zamanla sadece tatmak yetmez, paylaşmak da istersiniz. Bu paylaşma isteği, blogumuzun da amacı.

 Gittiğimiz yerlerden bahsetmeyi seviyoruz. Çünkü biz gideceğimiz yerleri önce internetten araştırıyor ve gittiğimizde beklenmedik sürprizlerle karşılaşmıyoruz. Biz burada, yediğimiz yemeklerden bahseder, fiyat aralıklarını, semtleri bildirirsek, canınız bir yemeği çektiğinde "nereye gideyim" derdinden kurtulabileceğinizi, en azından kafanızda birkaç seçenek olacağını düşünüyoruz, ki sitenin hedefi de budur.
 Ve evet, Türk mutfağı gerçekten çok zengindir. Ve evet, İstanbul'un kalabalıkta gözden kaçan bin bir yeri var. Bunlar da tarihe kaydolsun, fena mı olur?

 Velhasıl-ı kelam, biz gezerken biraz da size fikir verelim istiyoruz.
 Sizin de fikirleriniz, tavsiye etmek yahut eleştirmek istediğiniz yerler varsa, birkaç fotoğraf, adres bilgisi ve fiyat aralıklarıyla birlikte bize gönderin; bir Türkiye haritası çıkaralım;)))

 Bir sonraki yazı Bursa Izgara üzerine. Siteyi daha fazla güncelleyeceğimizin müjdesini de verelim.
 Sevgiyle...


Resim, Cafe Fernando'dan alınmıştır.

23 Eylül 2010 Perşembe

Hacıoğlu Lahmacun- Taksim


   Kitap festivaline gittiğimiz gün Taksim Gezi Parkı'na yakın olan bir yerde yemek yemek istedik. Canımız da lahmacun çekince, "Hadi Hacıoğlu'na girelim." dedik.
  Hacıoğlu'na senelerdir giderim. Lahmacunları pek çok yerden üstündür.
  Mekân olarak çok büyük ve temiz.
  Sipariş ve menü sistemi ise, Mc Donald's gibi. Lahmacunun fast-food'uyla karşı karşıyayız anlayacağınız.

  Fiyatları bence oldukça uygun. Lahmacun menüleri olduğu gibi, kanat, kebaplar, salatalar, menüler içinde tatlılar da mevcut. Peynirli lahmacun "peymacun" da bulabilirsiniz burada.
  Biz iki peymacun, iki lahmacun, altılı kanat, sütlaç ve kolaya 20 lira verdik.

  Peymacun, peynirli gözlemeden farksız, yalnız ekmeği lahmacun ekmeği işte. Lahmacun güzel demiştim.
  Kanat vasat ve sütlaç harika. Muhallebi kıvamında; ama çok lezzetliydi.
  Burada tatlı olarak, kadayıf (yanına dondurma da konabiliyor), sufle (bayılırım) ve sütlaç var. Hepsi de ambalajlı ve Hacıoğlu etiketli.
   Ben dışarıda sütlaç yemekten yana değilimdir; lakin çok sevdim. Sütlaç, İstasyon İnsanı'nındı; ama neredeyse hepsini ben yedim;))



   O gün şöyle bir olay da geldi başımıza: Kasiyer kız, benden 50 kuruş istedi, verdim. Sonra fişi verip siparişleri yandan alacağımı söyledi. Ben para üstünü alıp almadığıma emin olamadım, dalgın davranmışım o an. Kız da dalgınmış, o da hatırlamadı. Mecburen kasayı saydılar (İstasyon İnsanı ısrar etmese, ben hayatta saydırmazdım.). Gerçekten de parayı vermemiş kız, az buz da değil 30 lira:)

   Buna dikkat buyrun; ama canınız lahmacun çekerse, yanındaki Mc Donald's, Pizza Hut'tansa tercihiniz burası olsun.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Etobur Bu Sefer de Çikolataya Yenildi:)- Avşa/ Özlem Pastanesi



  Tatil, Ramazan derken Oburistan'dan uzun zaman ayrı kaldım. Elimizde bir sürü mekân ve anlatılacak yemek olduğundan yeniden oturdum klavyenin başına. 

  Ben aslında Giresun'umun dağlarında, yaylalarında bulunan ufak barakalı kasaplarından, kuzu pirzolalarından bahsetmek istiyordum; fakat birden aklıma Avşa Adası'nda yediğim profiterol geldi.
  Aslına bakarsanız ben çikolata ve türevlerini hiç sevmem, bir tek beyaz çikolatalı tatlıları yiyebilirim.
 Avşa Adası'nı da gidenler bilir: Gece insanlar sahil boyunca yürüyüş yapar; kimi insanlar da sahil kenarlarındakı barlarda eğlenir. İşte böyle bir gecede biz de sahil boyunca yürürken canımız tatlı çekti; 
normal, sıradan bir pastaneye oturmuş bulunduk. Vakit gece olduğundan pastanenin dolabında fazla seçenek yoktu -en azından benim için yoktu; çünkü olanların hepsi kakaolu ve çikolatalıydı. Neyse, ben profiterol seçtim.
  Pastane sahibi üstüne bir de "Muzlu profiterol mu?" deyince,  "He işte, bunu alayım." dedim. Profiterolü, sevgilim bağımlısı olduğundan daha önce de yemiştim. Hatta, profiterolün ilk yapıldığı yer olan Taksim'deki İnci Pastanesi'nde de yedim.
  Neyse biz Avşa'ya dönelim. Burada yediğim muzlu profiterole tam anlamıyla bayıldım. Çikolatası beni asla baymadı, çikolatası biraz puding kıvamında ve hafifti. Muz da, bu hafifliği artırıyordu.

  Ben sevdiği şeylere bağımlı olan, ondan her gün muhakkak birkaç tane tüketen biri olarak, sonrasında her gün denize, kumsala gitmeden ordan bir profiterol aldım, hatta Avşa'dan ayrılırken üç tane profiterol alarak İstanbul'a döndüm.
 Özlem Pastanesi, Avşa'da gemiden indiğinizde direkt karşınızda.
 Bu arada Avşa Pastanesi'nin muzlu pastasını da unutmamak gerek. Onu da yazacağım.

 Sonuç olarak Özlem Pastanesi beni profiterolle de barıştırdı! :)
 Bakalım daha nelerle barışacağım (PIRASA, KARNIBAHAR...):)


Bu da Özge'nin pastası:




 İstasyon İnsanı hesabı ne kadar verdiğini yazmamışsın kuzum:)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Etoburun Beyaz Peynire Yenilişi: Pizza Hut



Kendimi etobur bir insan olarak bilirdim. Etsiz bir şey yiyemeyeceğimi düşünürdüm , yediğim yemekte et yoksa hiçbir zevk alamıyordum.
 Sevgili kız arkadaşımla bir gün Pizza Hut'a gittik, limitsizi seçtik:) Seçim yapamadığımızdan bize hoş ve uygun geldi. Tabii ki ben yine et ağırlıklı karışık pizzaları tabağıma doldurdum. Teker teker dilimleri mideme indirirken, kız arkadaşımın aldığı bir dilim dikkatimi çekti. Çok güzel duruyordu.
 İçinde et namına hiçbir şey yoktu: Peynir, zeytin ağırlıklı, kekikli bir pizzaydı; ismini sonradan öğrendim, Akdeniz usulü pizzaymış. Bu lezzete bayıldım.
 O gün bu gün hangi pizzacıya gitsem Pizza Hut'taki Akdeniz pizzasını tarif ederek sipariş veriyorum.
 Demek ki önyargılı olmamak gerekiyormuş:)

 Beyaz peyniri ve sade lezzetleri seviyorsanız siz de deneyin.


Not: Birkaç tane daha Pizza Hut yazısı gelecek yakında.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Kanatçı Haydar'ın Yeri


Yine bir iş çıkışı, acaba ne desem diye düşünülür. Her gün dışarda yediğimiz için artık hiçbir seçenek kulağa hoş gelmemektedir. "Kanat mı yesek ya?" diye bir süre düşünülür:) E ben zaten kanadı çok severim!
 Her şey her yerde yenmez kuralı gereği, kanat da Kanatçı Haydar'da yenir diye düşünülerek oraya gitmeye karar veririz.

 Hikâye gibi anlatıyorum da, işin aslı çok açtık:) İnternetten baktık, Haydar'ın birkaç şubesi var, telefon açtık Haydar Amca'ya: "Siz Mahmutbey'de misiniz, Bahçelievler'de mi?" diye. Yıllar yılı bu sorunsaldan çok çekmiş Haydar Amca:

 "Sakın Mahmutbey'e gitmeyin, orası çakma! Gerçeği biziz, sakın ha bak!" dedi. Biz de onun buyruğuna uyduk haliyle.

 Kanatçı Haydar ara sokakta, yani hemen bulamıyorsunuz. Haydar Amca bize, Çetinkaya'nın oradan girin diye tarif etti, sizin de işinize yarar belki.
  İçeri girdik ki, her köşe başında biri yol gösteriyor. "Buyrun burdan efendim" diye diye terasa varmışız işte:) Garsonları çok nazikti ve çok fazlaydılar.
 Böyle dediğime bakmayın, mekân da devasa zaten.

 Teras katına alındık. Garson, güneş var diye bizi güneş vuran masalara almadı. Biz siparişi verirken şöyle bir diyalog yaşandı:

- Kanat veriyorum size. (Haliyle)
-3 Porsiyon olsun. ( Gözü dönmüş İstasyon İnsanı)
-Yok yok, 2 olsun. (Tabii ki ben)
- Peki efendim. Immm hemslfwkrke( anlamsız sözler) bir salata, bir de cacık. Tamam.

Tamam da, biz cacıkla salata istemedik ki:)
Garson, kafasına göre yazdı gitti;) Gerçi cacık iyi geldi hakikaten.


 Masamıza kağıt serildi. Penye elbezleri getirildi. Ve arkasından 20 adet( 2,5 porsiyon) kanadımız geldi.
Gayet acılı ve çok sıcaktı. Lezzetli olmasına rağmen sıcak oldukları için hiç tat alamadım:(
Şimdi bu satırları yazarken aç olduğum için beynim bunu yalanlıyor, olsa da yesem modundayım; ama sıcaktan cidden bir şey anlamamıştım.


 Fakat, kanat+kızarmış ekmek+ cacık üçlüsü güzel gidiyor be;) Acı olması benim için iyiydi. Ama acı sevmiyorsanız tavsiye etmem, İstasyon İnsanı acıdan çok şikâyet etti;)

 İçkili bir yer, kanatla içki zaten bilinen bir ikilidir. Hem içmek hem de elinizle (elle yemek yenebilen yer nadirdir ne de olsa) doya doya kanat yemek istiyorsanız tavsiye edebilirim.

 Hesap kısmına gelince... 2,5 porsiyon kanat, iki kola, cacık ve salata 47 lira tuttu. Bence pahalıydı. Daha doğrusu İkea'ya gittikten sonra pahalı geldi. Bir de içki içsek fiyatları düşünemiyorum;) Ve fakat, fabrikasyon bir yer olmadığından, oldukça büyük ve bir sürü eleman çalıştıran bir yer olduğundan yine de kızamıyorum.
Sözün kısası, kanat seviyorsanız gidin;)


22 Temmuz 2010 Perşembe

Yağcıoğlu Pastanesi- İncirli

Hangi gündü, hatırlamıyorum. Sanırım Kanatçı Haydar'a gittiğimiz günün akşamıydı (onun yazısı da gelecek). Canım her zamanki gibi tatlı çekti, ekler isterim diye tutturdum. Bakırköy İncirli'deki birkaç pastane içinden Yağcıoğlu'nu seçtik ekler yemek için.
E tabii içeri girince beni durdurmak ne mümkün:) Onu mu alsam, bunu mu; ay şunlar da güzelmiş diye diye, işte bu tabağı oluşturdum:) Yanına da bir çay aldım. Ama İstasyon İnsanı'nın limonatasını daha çok içtim;) Neyse ki, alışkın bu hallerime.
Burada hepsi muazzam duruyor; ama tatları o kadar da güzel değildi. En azından ben daha farklı bekliyordum. Ekler çok da lezzetli değildi. Kurabiyelerin de içi sırf çikolata dolu. Bir zaman sonra bayıyor.
Limonata enfesti ama, ona diyecek bir şey yok.
Mekân da, çeşitlilik de çok iyiydi. Sanırım, 7.5 lira ödedik hesaba, fiyatlar da makûl. Ah bir de beklediğim kadar unutulmaz olsaydı o kurabiyeler;)
Burası, İncirli'de, Boyner'in yan sokağından girince, sağda. Ya da şöyle tarif edeyim: İncirli Büfe'nin tam karşısı.
Bir seçenek olarak aklınızda olabilir.
Hep tatlıdan gittim, bundan sonraki yazılar da yemek üzerine olacak.