Translate It

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Etoburun Beyaz Peynire Yenilişi: Pizza Hut



Kendimi etobur bir insan olarak bilirdim. Etsiz bir şey yiyemeyeceğimi düşünürdüm , yediğim yemekte et yoksa hiçbir zevk alamıyordum.
 Sevgili kız arkadaşımla bir gün Pizza Hut'a gittik, limitsizi seçtik:) Seçim yapamadığımızdan bize hoş ve uygun geldi. Tabii ki ben yine et ağırlıklı karışık pizzaları tabağıma doldurdum. Teker teker dilimleri mideme indirirken, kız arkadaşımın aldığı bir dilim dikkatimi çekti. Çok güzel duruyordu.
 İçinde et namına hiçbir şey yoktu: Peynir, zeytin ağırlıklı, kekikli bir pizzaydı; ismini sonradan öğrendim, Akdeniz usulü pizzaymış. Bu lezzete bayıldım.
 O gün bu gün hangi pizzacıya gitsem Pizza Hut'taki Akdeniz pizzasını tarif ederek sipariş veriyorum.
 Demek ki önyargılı olmamak gerekiyormuş:)

 Beyaz peyniri ve sade lezzetleri seviyorsanız siz de deneyin.


Not: Birkaç tane daha Pizza Hut yazısı gelecek yakında.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Kanatçı Haydar'ın Yeri


Yine bir iş çıkışı, acaba ne desem diye düşünülür. Her gün dışarda yediğimiz için artık hiçbir seçenek kulağa hoş gelmemektedir. "Kanat mı yesek ya?" diye bir süre düşünülür:) E ben zaten kanadı çok severim!
 Her şey her yerde yenmez kuralı gereği, kanat da Kanatçı Haydar'da yenir diye düşünülerek oraya gitmeye karar veririz.

 Hikâye gibi anlatıyorum da, işin aslı çok açtık:) İnternetten baktık, Haydar'ın birkaç şubesi var, telefon açtık Haydar Amca'ya: "Siz Mahmutbey'de misiniz, Bahçelievler'de mi?" diye. Yıllar yılı bu sorunsaldan çok çekmiş Haydar Amca:

 "Sakın Mahmutbey'e gitmeyin, orası çakma! Gerçeği biziz, sakın ha bak!" dedi. Biz de onun buyruğuna uyduk haliyle.

 Kanatçı Haydar ara sokakta, yani hemen bulamıyorsunuz. Haydar Amca bize, Çetinkaya'nın oradan girin diye tarif etti, sizin de işinize yarar belki.
  İçeri girdik ki, her köşe başında biri yol gösteriyor. "Buyrun burdan efendim" diye diye terasa varmışız işte:) Garsonları çok nazikti ve çok fazlaydılar.
 Böyle dediğime bakmayın, mekân da devasa zaten.

 Teras katına alındık. Garson, güneş var diye bizi güneş vuran masalara almadı. Biz siparişi verirken şöyle bir diyalog yaşandı:

- Kanat veriyorum size. (Haliyle)
-3 Porsiyon olsun. ( Gözü dönmüş İstasyon İnsanı)
-Yok yok, 2 olsun. (Tabii ki ben)
- Peki efendim. Immm hemslfwkrke( anlamsız sözler) bir salata, bir de cacık. Tamam.

Tamam da, biz cacıkla salata istemedik ki:)
Garson, kafasına göre yazdı gitti;) Gerçi cacık iyi geldi hakikaten.


 Masamıza kağıt serildi. Penye elbezleri getirildi. Ve arkasından 20 adet( 2,5 porsiyon) kanadımız geldi.
Gayet acılı ve çok sıcaktı. Lezzetli olmasına rağmen sıcak oldukları için hiç tat alamadım:(
Şimdi bu satırları yazarken aç olduğum için beynim bunu yalanlıyor, olsa da yesem modundayım; ama sıcaktan cidden bir şey anlamamıştım.


 Fakat, kanat+kızarmış ekmek+ cacık üçlüsü güzel gidiyor be;) Acı olması benim için iyiydi. Ama acı sevmiyorsanız tavsiye etmem, İstasyon İnsanı acıdan çok şikâyet etti;)

 İçkili bir yer, kanatla içki zaten bilinen bir ikilidir. Hem içmek hem de elinizle (elle yemek yenebilen yer nadirdir ne de olsa) doya doya kanat yemek istiyorsanız tavsiye edebilirim.

 Hesap kısmına gelince... 2,5 porsiyon kanat, iki kola, cacık ve salata 47 lira tuttu. Bence pahalıydı. Daha doğrusu İkea'ya gittikten sonra pahalı geldi. Bir de içki içsek fiyatları düşünemiyorum;) Ve fakat, fabrikasyon bir yer olmadığından, oldukça büyük ve bir sürü eleman çalıştıran bir yer olduğundan yine de kızamıyorum.
Sözün kısası, kanat seviyorsanız gidin;)


22 Temmuz 2010 Perşembe

Yağcıoğlu Pastanesi- İncirli

Hangi gündü, hatırlamıyorum. Sanırım Kanatçı Haydar'a gittiğimiz günün akşamıydı (onun yazısı da gelecek). Canım her zamanki gibi tatlı çekti, ekler isterim diye tutturdum. Bakırköy İncirli'deki birkaç pastane içinden Yağcıoğlu'nu seçtik ekler yemek için.
E tabii içeri girince beni durdurmak ne mümkün:) Onu mu alsam, bunu mu; ay şunlar da güzelmiş diye diye, işte bu tabağı oluşturdum:) Yanına da bir çay aldım. Ama İstasyon İnsanı'nın limonatasını daha çok içtim;) Neyse ki, alışkın bu hallerime.
Burada hepsi muazzam duruyor; ama tatları o kadar da güzel değildi. En azından ben daha farklı bekliyordum. Ekler çok da lezzetli değildi. Kurabiyelerin de içi sırf çikolata dolu. Bir zaman sonra bayıyor.
Limonata enfesti ama, ona diyecek bir şey yok.
Mekân da, çeşitlilik de çok iyiydi. Sanırım, 7.5 lira ödedik hesaba, fiyatlar da makûl. Ah bir de beklediğim kadar unutulmaz olsaydı o kurabiyeler;)
Burası, İncirli'de, Boyner'in yan sokağından girince, sağda. Ya da şöyle tarif edeyim: İncirli Büfe'nin tam karşısı.
Bir seçenek olarak aklınızda olabilir.
Hep tatlıdan gittim, bundan sonraki yazılar da yemek üzerine olacak.




16 Temmuz 2010 Cuma

Aslı Börek



Bugün evde tatil yapayım dedim. Annem de tatile gittiğinden tek başıma kahvaltı yapacağım. Buzdolabını açtım, o da ne? Hiçbir şey yok!

Annem bir ay kadar burda olmayacağından, çay hatta su dahil ne varsa dağıtmış ya da çöpe atmış. Bozulacağını düşünmüş besbelli. Ve yine besbelli, geride bıraktıklarının ne hâlleri varsa görmelerini istemiş:) ( Laf aramızda, şimdiden özledim.)

Evde tembellik günüm dedim. Dolayısıyla çıkıp da alışveriş yapmak hiç içimden gelmedi. Paçoz paçoz ortalıkta dolanırken:

"Yahu yemeksepeti'nden söyleyeyim, bu hâlimi görecekse bir kişi görsün." dedim ve Aslı Börek'ten peynirli su böreği aldım. Ve elbette duramadım, listeye profiterol de attım;)


Börek, hâlâ yanımda olmakla birlikte fotoğrafını çekmedim. Çünkü beğenmedim. O kadar yağlıydı ki, midem ağrıyor şu anda. Aslında fena değildi, belki de yağından ötürü bunu söylüyorum;)

Sonuç olarak bitiremedim bir porsiyonu.
Profiterol sıcaktan erimişti. Neyse ki, birkaç kaba konmuş, gelirken bir şey olmamış.
Ben kendi çapımda bir profiterol uzmanı sayılabileceğimden( Her yerde yemişimdir, en sevdiğim tatlı olur kendileri.) profiterol hakkındaki yorumumu daha rahat yapabiliyorum. Lezzetliydi; fakat ortalamaydı.

Yani, hangi pastaneye girip profiterol isteseniz bununla aynı tadı alırsınız.
Tek ayırdedici yanı, içindeki bütün fıstıklar( Bayılırım.). Onu da kimi pastanelerde koyuyorlar zaten.
Olsa yine yerim, güzeldi; ama dediğim gibi en iyisi değil.
Bir buçuk porsiyon su böreği+ profiterole 12,5 lira verdim bu arada.
Sizler de denediyseniz fikrinizi merak ediyorum.
Oburun bugünkü günahı bu kadar;)

13 Temmuz 2010 Salı

Nev'i Cafe







Her gün önünden geçtiğim, dış görünüşüyle sıradan bir kafeydi. Tabelasındaki "terasta kahvaltı keyfi" yazısına takılıp kalıyordum sürekli; fakat kesin, bir tabağa iki zeytin, bir dilim peynir, bir yumurta, bir iki dilim domates ve salatalık koyup getiriyorlardır, ayrıca bir özelliği yoktur diye fikir yürüttüğümden kahvaltı için orayı seçmeyi düşünmüyordum.
Bugün kız arkadaşımı işe bırakırken tekrar önünden geçtik. Evden de kahvaltı yapmadan çıkmıştık, "Hadi bir iki şey atıştıralım." dedi kız arkadaşım. Girer girmez dikkatimizi ilk çeken, kafenin dekorasyonu oldu. İlk katı tarihi eşyalarla süslemişler, şaşkınlıkla merdivenleri çıkarken kız arkadaşımın duraksayıp bir tablonun fotoğrafını çekmesini izledim. Tablo da yaşlı bir amca:) ve etrafında birkaç kaplumbağa. Neyi temsil ettiğini anlamadan birinci kata attım kendimi ve dizayna bayıldım. Sanki kendimi bir Osmanlı sultanı gibi hissettiren antika eşyalarla süslenmiş bir oda: Bir köşe Şark köşesi, başucunda gramofon. Teras katına çıkmaya gerek duymadan attık kendimizi bir masaya:)Kız arkadaşım zaten bayıldı, kendisi Osmanlı adetlerini araştırdığı için ona bir başka hoş geldi.
O daha çok yaşıyordu orayı. Bunu, merdivenlerden çıkarken çektiği tabloyu anlatmaya başlayınca anladım. Benim klasik bir tablo olarak gördüğüm resim, meşhur "Kaplumbağa Terbiyecisi"ymiş. Mekân sahiplerinin tablonun altına bir hoşluk olarak koydukları kaplumbağalar, Lale Devri zamanında kaplumbağaların sırtına ışık konması, gezinti yerlerinde aydınlatmanın bu şekilde yapılmasındanmış! Ben kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
***
Mekânın güzelliğine, giderseniz sizin de kapılacağınızı düşünüyorum.
Biz kısa süreli kalacağımız için uzun boylu bir kahvaltı yapmadık; kız arkadaşım bir tost, ben bir omlet söyledim. Omlet tuzu biraz fazla kaçmış olsa da( ki ben normalden fazla tuz kullanan biriyim.) lezizdi. Tost sıradanmış aldığım duyumlara göre:)
Ama zaten ne yediğinizin önemi yok. Burada, yemek yeme ya da bir şeyler içme keyfini sonuna kadar alıyorsunuz: Kafanızı içeri çevirseniz tarih kokuyor, eski eşyaların huzuru var. Dışarı baksanız, Galata Kulesi, Unkapanı Köprüsü, deniz...
Fiyat olarak baktığımda, böyle bir yer için pahalı olmadığını söyleyebilirim. Menünün fotoğrafını gizlice çektik zaten, siz de bakabilirsiniz;)


Mekânın büyüsüne kapıldığımdan, yediklerimle ilgili fazla yorum yapamadım. İkinci kez gittiğimde açığı kapatırım.
Bu arada, oranın aslında közde kahvesi meşhurmuş. Bir gün de kahve içmeye gideceğiz.
Bu kadar bahsetmişken yerini de tarif ederek yazımı bitireyim: Eyüp istikametinden sahil yolunu takip ederseniz Balat'a vardığınızda, köprüden geçmeden 100 metre geride, sağda. Koskoca bir "Terasta kahvaltı keyfi" tabelasıyla dikkatinizi çeker zaten.
İster gündüz, ister bir kutlama için akşam gidebileceğiniz bir yer.
Umarım siz de beğenirsiniz.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Herkes Bir İri Kulaklı Kurdu Olsun İster Galiba;)




Çocukluğumdan beri doymak bilmeyen bir midem oldugu söylenir. Hatta annem hep söylenirdi: "Ne doymaz bir çocuksun sen ya, kurt mu var senin midende!"
O zamanlar gerçekten midemde iri kulaklı, uluyan bir kurt olduğunu düşünür, kendim doyduktan sonra biraz da onun için yiyip onu da doyururdum. O günden bugüne zaten bir şey değişmedi. Sürekli yerim, hiç ara vermeden... Her şeyden bir tat almayı severim.
Ara vermeden diyorum; çünkü ara verdiğimde içimdeki kurt doyduğunu bildiriyor beynime; eee bu da benim hoşuma gitmiyor tabii; çünkü tadılacak daha birçok şey var;)


İşin ilginç tarafı, bu kadar obur olmama rağmen ilkokulda sınıfın en sıska erkeği idim, bu ortaokul, lisede devam etti. Askere gittiğimde de bu durum değişmedi. He, bu arada içimdeki kurdu doyurmaktan hiç geri kalmadım: Ben yiyordum, iri kulaklı kurt yiyordu; ben yiyordum, iri kulaklı kurt yiyordu.
Bu kadar yememe rağmen sevgili kız arkadaşımla ilk tanıştığımızda: "Bana kesinlikle zayıfsın deme, kompleksliyim." diyecek kadar sıskaydım; "sıskaydım" diyorum, fakat şu anda da değişen bir durum yok. Bu yüzden herkes içinde bir kurt olmasını ister galiba;)


Kurdumla biz neler gördük neler yaşadık bir bir anlatmak zevkli olacak.
Selamlar;)

Yeşilköy Roma Dondurmacısı






Bir gece vakti, işyerinden kendisine araba verilmiş ağabey kişisi, evde canı sıkılan obur kişisine dışarı çıkma teklifinde bulunur. Tabii burda amaç, arabayla kardeşe hava atmaktır. ama obur kişinin umrunda bile değildir bu. Onun tek derdi, "Acaba bir yerde oturup dondurma yer miyiz?" dir. Ve ağabeyin: "Bak nasıl sürüyorum, bir baksana pişt!" böbürlenmelerine bir süre katlanılarak zafere ulaşılır!

Yer, Yeşilköy Roma Dondurmacısı.

Ben geleneğimi bozmayarak fıstıklı, vişneli dondurma aldım sanırım. Kornet içinde istedik. Topluca gittiğimizden utanıp korneti de kemiremedim.
Sonra, o gün diyete girmiş ağabey kişisi, beş top yediği dondurmanın üzerine bir de dondurmalı tavukgöğsü yedi;)
Ben, karamelli, çikolatalı, vanilyalı çeşitlerini de denedim ve hepsini de beğendim arkadaş;) Waffle'da da aklım kalmadı değil hatta.

Ben ödemediğim için bilmiyorum; ama fiyatları da uygundu.
Ve zaten oldukça meşhur bir yerdir, her daim kalabalıktır, düğünden çıkanlar oraya gelir...vs.
Ambiyansı( Bu kelime dilime hangi arada yerleşmiş?) da bence iyiydi.

Gece vakti, canınız dondurma çekerse aklınızda bulunsun. Arabanız yoksa ve canınız gitmek isterse, bu sıralar araba sürmeye akülü araba sürüyormuşçasına hevesli ağabeyimi gönderebilirim;)

Neden Yeni Bir Blog Tembel Özge?



Gezmeyi, yemeyi içmeyi çok seviyorum. Arkadaşlarım arasında da bu yönümle biliniyorum maalesef. Neden "maalesef" derseniz, senelerdir bana söylenen: "Senin kadar yiyen bir kız görmedim.", "Özge saatlerdir bir şey yemiyor, kafası çalışmaz; hadi onu yemeğe götürelim.", "Yuh yani, aklın fikrin yemekte." cümlelerini örnek gösterebilirim ve zerre utanmam. Ve evet, balıketliyim:)

Bunu, kendi blogumda da sürdürebilirdim. Ama o adresi, sadece yazılarıma ayırmak istiyorum.

Ben, iyi bir blog yazarı değilim, kabul ediyorum. Ama az da olsa yazıyorum; hem Ayşe Arman'ın kitap adı gibi, "Kimse Okumazsa Ben Okurum.";))

Sebep sonuç budur.
Hadi başlayalım:)